İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) insan eliyle yaratılan en büyük felaketti. İnsanın kötülüğünün ulaşabileceği zirveyi dehşet bir şekilde gözler önüne serdi. Birinci Dünya Savaşı’ndakinin iki katından daha fazla zayiat olduğunu iletmek korkunç yıkımın boyutları konusunda fikir verebilir. İkinci Dünya Savaşı’nın nedeni faşizm, yani aşırı milliyetçi otoriter rejimlerdir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında düzen bir türlü kurulamadığından ortaya çıkmışlar, 1929 küresel ekonomik krizi ile iktidara gelmişlerdir. Sonrası da insanlığı adım adım feci bir savaşa götürdü. Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünya düzenini yeniden tesis etmek için birbirine zıt iki öneri vardı: Amerika Birleşik Devletleri başkanı Wilson liderliğindeki liberalizm ile yeni kurulan Sovyetler Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin başkanı Lenin liderliğinde sosyalizm. İkisinin de dünyada tabanı ve yankıları vardı. Bu iki öneriden herhangi biri gerçekleşebilirdi. İkisi de gerçekleşemedi. Bu iki liderin beklenenden erken ölmesinin de bunda etkisi olduğu söylenebilir. Savaş sonrasında galip devletler arasındaki dayanışma sona erdi. Barış antlaşmalarının dayattığı koşullarla kurulan ve Weimar Almanya’sı diye bilinen Almanya Cumhuriyeti o kadar dışlanmış ve yabancılaştırılmıştı ki adeta ölü doğdu. Britanya kendini Avrupa siyasetinden ayırmak istiyordu. Wilson sonrasında Amerika ekonomik olarak değil ama siyaseten kendini ayrıştırdı. İtilâf devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu’na Mondros Mütarekesi ve Sèvres Antlaşması ile dayattığı işgal bölgeleri planına Ankara hükümeti başarıyla direndi ve nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Wilson liberalizmi savaşın nedenlerinden biri olarak çokuluslu imparatorluklar içindeki uluslar sorununu görüyordu ve çözüm önerisi de kendi kaderini tayin hakkı idi. Bunun uygulanması sonucunda, Doğu Avrupa’da yeni devletler oluştu ama istikrar oluşmadı. Devlet elitleri arasındaki güvensizlik ve yanlış anlaşma sorunlarına çözüm olarak düşünülen uluslararası işbirliğinin vücut bulduğu Milletler Cemiyeti yapısal aksaklıklar nedeniyle etkili olamadı. Lenin ve yoldaşlarının hayalini kurduğu dünya devrimi de gerçekleşmedi. Savaşın bitişinin hemen ardından Almanya, İtalya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılması sonucunda küçük bir orta Avrupa ülkesi olarak kalan Avusturya’da devrimci hareketler çok güçlüydü; uzun sokak çatışmaları boyutuna kadar varan sürecin sonucunda devrimci hareketler çok sert ve kanlı bir biçimde bastırıldı. Tarihteki düşünceler ve vakalar olamadı diye olamayacaktı sanılmamalı; dünya devrimi olabilirdi ama olamadı. Sovyetler Birliği sosyalizm uygulamayı hedefleyen tek ülke olarak kalacaktı. Bu da bu ülke içindeki tek ülkede sosyalizm görüşünü savunanları güçlendirdi. Yani bir dünya düzeni değişikliği Sovyetler Birliği için artık öncelik olmayacaktı. Hem liberalizm hem sosyalizm dünya düzenini tesis etmeyi başaramayınca, yeni kurulan devletlerin de siyasal referans noktaları kayboldu. Zaten yıkılmış topraklar üzerinde yorgun ve eğitimsiz bir nüfusla modern bir devlet kurmak gibi aşırı zor bir yükümlülükle karşılaşmış devlet elitleri karanlıkta el yordamı ile yürür hale geldiler. 1919 Avrupa Haritası Kaynak: https://www.westpoint.edu/sites/default/files/inline-images/academics/academic_departments/history/WWI/WWOne51.jpg Üzerine bir de 1929 ekonomik krizi patlak verdi ve Büyük Buhran (Great Depression) denen bir ekonomik çöküşe yol açtı. Liberal demokrasinin tabutuna çakılan son çivi de bu buhran oldu. Uluslararası siyasette vaat ettiklerini gerçekleştiremeyerek inandırıcılığını yitiren liberalizm, 1920’lerin ortasından itibaren yaşanan ekonomik büyüme ve hayatın normalleşmesi ile hayat öpücüğü bulmuşken, bu büyümenin de kriz ve hatta çöküş ile sonuçlanması ile artık bir referans olma özelliğini yitirdi. 1925 Locarno Antlaşması ile liberal bir düzene doğru adım atıldığı ve sorunların diplomasi yoluyla çözüleceği izlenimi verilmişti. Amerikan sermayesi Almanya başta Avrupa’ya akıyordu ve bu bir ekonomik büyüme yaratmıştı. 1929’da New York borsasının borca dayalı tüketim ve finansal spekülasyonlar nedeniyle çökmesiyle, Amerikan sermayesi de evine döndü. Siyaseten kendini zaten yalıtmış olan ABD, ekonomik olarak da yalıttı. Avrupa henüz daha savaşın izlerini silememişken krizle başbaşa kaldı. Krizin en fazla vurduğu kesimler -tarım ürünlerinin fiyatlarının düşüşünden dolayı- köylüler ve -finansal krizin paranın değerini aşırı düşürmesi nedeniyle ücretleri ve birikimleri eriyen- kentli alt ve orta sınıflardı. Yani otoriter ve saldırgan yönetimler için zemin hazırdı; köylülerin ve kentli ücretli emeğin desteğini alanlar, iktidara gelirler. Almanya’da İşsizlik ve Nazi Partisi’nin Oy Oranları Kaynak: https://delong.typepad.com/delong_long_form/1997/11/brad-delong-the-economic-foundations-of-peace.html İkinci Dünya Savaşı’nın saldırgan güçleri olarak görülen Almanya, İtalya ve Japonya’da faşistler iktidara geldi ve savaşın sonunda ülkeleri tamamen yıkılana kadar da iktidarı bırakmadılar. Özellikle Almanya’da Adolf Hitler önderliğindeki Nazilerde berraklaştığı haliyle faşistlerin mesajı açıktı ve yorgun kitlelerin kapitalizm, liberalizm ve komünizme karşı olan tepkilerine denk geliyordu: Siyasi parti gibi modern demokrasi tekniklerini muhafazakâr değerlerle harmanlıyorlar, yaratıcı bir milliyetçi-muhafazakar saldırganlıkla özgürlükçü aklı engelliyorlardı. Alman Nazileri İtalyan faşistlerden ayıran bir yönü ırkçılıklarıydı; Alman ırkının üstün olduğunu dolayısıyla dünyaya yön vermesi gerektiğini düşünüyorlardı. Bunun için geniş çaplı bir silahlanma ile önce “yaşam sahası” olarak gördükleri Orta ve Doğu Avrupa’ya yayılma, sonra Sovyetler Birliği’nin Ural dağları’nın batısındaki (Avrupa) topraklarını fethetme ve en son da dünya liderliği için ABD ile nihai zaferlerini ilan edecekleri bir muharebe tasarlıyorlardı. Benito Mussolini önderliğindeki İtalyan faşistlerinin ihtirasları daha sınırlıydı denebilir: Akdeniz havzasında Roma İmparatorluğu’nu yeniden kurmak. Irkçılık ve anti-semitizm denen Musevî düşmanlığı İtalyan faşizminde ağırlıklı değildi. Japon faşizmi ise kendisini Batılılar kadar gelişmiş ve güçlü bir ülke olarak Asya halklarını Batı emperyalizminden kurtaracak bir önder olarak görüyordu ve Asya halklarının kendisinden böyle bir talebi olmamasını önemsemiyordu. Bu üç ülkenin de yöneticileri Birinci Dünya Savaşı sonrasında ülkelerine haksızlık edildiğini ve hor görüldüklerini düşünüyorlardı. Hak ettiklerini almak için savaşacaklarını söylüyorlardı. Savaştılar ve bizzat kendi toplumları da dahil dünyayı felakete sürüklediler. Japon İmparatoru Hirohito, Almanya İmparatorluk Şansölyesi “Führer” (önder) Adolf Hitler, İtalya başbakanı “İl Duce” (önder) Benito Mussolini. Farklı fotoğrafların eleştirel sanat çerçevesinde bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur. https://www.deviantart.com/redentor10/art/Hirohito-Hitler-y-Mussolini-Why-We-Fight-735452981 Savaş 1 Eylül 1939’da Nazi Almanya’sının Polonya’yı saldırmazlık paktı imzaladığı Sovyetler Birliği ile paylaşarak batısını işgali ile başladı . 1938’de Çekoslovakya’yı işgaline göz yuman Britanya ve Fransa, Nazi Almanyası’nın taleplerinin kabul edilmesi ile saldırganlığının önleneceği düşüncesiyle uyguladıkları yatıştırma siyasetinin kırmızı çizgisinin Polonya olacağını ifade etmişlerdi. Yatıştırma siyasetinin amacına ulaşamadığı dolayısıyla yanlış olduğu o gün bugündür benzer her vakada dile getirilir. Fakat, savaş 1939’da Polonya nedeniyle değil de 1938’de Çekoslovakya nedeniyle çıkmış olsaydı ne değişecekti, bu da benzer şekilde tartışmalıdır. Henüz Sovyetler Birliği’ne saldırmamış olan Almanya, Fransa’yı yendiği 1940 Haziran’ı itibariyle Avrupa kıtasına hâkim sayılırdı ama bütün zorlamasına rağmen Britanya’ya geçemedi. Nazi Almanyası’nın hava üstünlüğü kurmak için çabaladığı ama kaybettiği Britanya muharebesi (10 Temmuz 1940 – 31 Ekim 1940) hâlâ tarihin en büyük hava muharebesidir ve bu birinciliğini kaybetmemesi insanlık nâmına umulmalıdır. 1941 Haziran’ında Nazi Almanya’sı Sovyetler Birliği’ne saldırdı. Britanya’yı yenemedikçe ve Türkiye de tarafsızlığını korudukça, enerji kaynaklarına ulaşmak için başka bir yolu kalmamıştı. İlk etapta gayet başarıyla ilerledi ama Leningrad, Moskova ve Stalingrad gibi şehirleri düşüremedi. Özellikle Stalingrad muharebesi (17 Temmuz 1942 – 2 Şubat 1943) tarihin en kanlı ve en korkunç kent muharebesi oldu, ki bu birinciliğini kaybetmemesi insanlık nâmına umulmalıdır. Sovyetler’in karşı saldırısı Naziler için de sonun başlangıcı anlamına geldi. 6 Haziran 1944’te Müttefik güçler Fransa’nın Normandiya kıyılarına tarihin en büyük askeri çıkartmasını yaptılar, ki bu rekorun da aşılmaması umulmalıdır. Nazi ordusu karşı koyamayarak geri çekilmeye başladı. Nazilerin teslim olması gene de bir sene daha alacaktı. Bütün erdemler gibi yenilgiyi kabul etmekten de yoksun faşistler, en son Sovyet ordusu karşısında Berlin Muharebesi (16 Nisan 1945 – 2 Mayıs 1945) ile başkentleri yerle bir oluncaya dek savaşa devam ettiler. Sonuçta Hitler intihar etti, cesedi yakıldı, Almanya teslim oldu. 8 Haziran 1945’te Avrupa’da savaş sona erdi. Asya-Pasifik’te biraz daha zaman ve daha epeyce can alacaktı. Haziran 1945’te Berlin Brandenburg Kapısı’nın Bir Fotoğrafı Kaynak: https://en.wikipedia.org/wiki/Battle_of_Berlin (Almanya Federal Arşivinden alınmış, Bundesarchiv B 145 Bild-P054320, Berlin, Brandenburger Tor und Pariser Platz) Asya-Pasifik’te savaş aslında 7 Temmuz 1937’de Japonya’nın Çin’e saldırısı ile başlamışsa da Japonya’nın Amerika’ya saldırdığı 7 Aralık 1941 Pearl Harbour baskını dönüm noktası sayılır. 3-6 Haziran 1942 Midway Muharebesi ile Japonya durdurulmuş, 19 Şubat-16 Mart 1945 Iwo Jima Muharebesi de sonun başlangıcı olmuştur. 2 Haziran 1945’te gene kanlı bir muharebe ile müttefikler Okinawa’yı ele geçirdi. Fakat Japon faşistleri de yenilgiyi ısrarla kabul etmedi. İnsanlık tarihinin en büyük dehşeti olarak Amerikan ordusu sivillerin yaşamakta olduğu Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atom bombası atmıştır. 6 Haziran 1945’te Hiroşima’ya atılan bomba ilk etapta en az yetmiş bin insan öldürmüş, etkileriyle yıl sonunda ölü sayısı yüz bini geçmiştir. 14 Ağustos’ta sunulan şartları kabul eden Japonya, 9 Eylül 1945’te tamamıyla teslim olmuştur. Atom Bombasından Sonra Hiroşima Kaynak: https://edition.mv/world/18317 (Amerikan ordusu tarafından çekilmiş ve Hiroşima’da müzede sergilenmektedir) Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırması bu ülkeye karşı husumetini hiç gizlememiş ABD ile Britanya’yı Nazilere karşı onunla müttefik haline getirmişti. Bu zoraki ittifak savaşın sonuna kadar sıkıntılı devam etti. 1943’te Tahran buluşmasında Polonya başta olmak üzere Alman işgali altındaki Doğu Avrupa devletlerinin ve Sovyetler’in batı sınırının savaştan sonra ne olacağı sorundu. 11-14 Nisan 1945’te Yalta’da bu sorun devam etti, Sovyetler’in sınır değişikliği ısrarını kabul eden ABD ve Britanya, Doğu Avrupa’da seçim ısrarını sürdürdü. Almanya’da müttefiklerin işgal bölgeleri oluşturmasına karar verildi. 17 Temmuz-2 Ağustos Potsdam konferansında, ABD Sovyetler’i Japonya’ya karşı savaşa ikna etmeye çalışırken atom bombası ürettiğini de -üstü kapalı bir tehdit olarak- ifade etti. Doğu Avrupa’da Sovyetler’in güvenlik kaygılarıyla bir etki alanı oluşturma talebi kabul edilmiş gibiydi, ama bundan ne anlaşıldığı belli değildi. Sonuçta Stalin ve yoldaşlarının mutlak kontrol zihniyetine uygun olarak Doğu Avrupa’da Sovyet tipi rejimler oluşturuldu. ABD ve Britanya bunu bir yayılmacılık olarak yorumladılar. Sovyetler de bu ikisinin Almanya’daki işgal bölgelerini birleştirmesini kendisine karşı tehdit olarak yorumladı. Böylece, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş aşama aşama evrildi. Sonuçta, İkinci Dünya Savaşı insan eliyle yapılmış en büyük felaketti. 50 milyondan fazla insan öldü. Kesin rakam, örneğin Çin’deki sivil kayıpları, hâlâ net belli değildir ve büyük ihtimalle de olamayacaktır. Nazilerin kurdukları toplama kamplarında 6 milyondan fazla Musevî, sayısı belli olmayan Roman ve eşcinseller, solcular, muhalifler, işgal edilen ülkelerden direnişçiler sistematik yöntemlerle öldürüldü. Müttefik güçlerin Nazileri yıkmak kadar intikam izlenimi de veren hava saldırılarında, örneğin Dresden’de 11-14 Şubat 1945’te büyük çoğunluğu kadınlar ve çocuklar olan en az 35,000 sivil öldü, ki Doğu Avrupa Alman mültecileri de bu şehre sığınmış ve henüz kaydedilmemiş olduğundan kaybın yüz binin üzerinde olabileceği de söylenmektedir. Almanya’nın Dresden Kenti Bombalamadan Sonra Kaynak: https://www.bangkokpost.com/world/1856674/german-far-right-reopens-wounds-of-dresden-bombing Birinci Dünya Savaşı maddesinde de belirtildiği gibi, savaşların galibi insan aklına ve özgürlüğüne dayalı modern düşünce olmuştur. Özellikle faşizmin hele de Nazizm’in modern bilime dayanan yönleri düşünüldüğünde, modern insani gelişim için sadece akılcılığa dayanmanın ne kadar yıkıcı olduğu da bu savaşlarla açık ve çok acı şekilde görülmüştür. Akılcılığın vazgeçilmez olduğu ama mutlaka barışçıllık ve özgürlükçülük ile eşleştirilmesi gerektiği acı bir deneyim olarak gelecek kuşaklara miras kalmıştır. Bugün dünyadaki birçok önemli çatışmaya rağmen bunların yeni bir dünya savaşına dönüşmemesinin en önemli nedeninin daha önce zaten iki tane dünya savaşının yaşanmış ve ne kadar yıkıcı olduğunun görülmüş olmasıdır denebilir. Bütün çatışmacı söylem ve eylemlerle, bunların yarattığı çatışmalara ve bundan iktidar ürettiğini sananlara rağmen, insan aklını ve özgürlüğünü temel alan insani gelişim sürmektedir. Günümüzde en büyük tehdit, dünya savaşlarından bile daha çok can alarak insan yapımı en büyük felaket olma yolunda ilerleyen ekolojik güvenliktir.